Türk şiirinin, Türkçe’nin büyük sesi Şair Nazım Hikmet’indir aşağıdaki dizeler:
“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim..
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim.”
Bu şiirde bize ses veren şairimizin betimlediği memleketimiz; etnik ve inanç ayrımı görmeksizin, ortak tarihi bağlar kuran, dilini ve kültürünü bu topraklardan alan, geleceğini bu topraklarda var etmenin bilincine eren insanlarımızın, Türk ulusunun üzerinde yaşadığı bir vatandır.
Şairimizden esinlendiğimiz memleketimiz; Türk insanının karakterini kazandığı coğrafyasıyla, toprağıyla, deniziyle , ormanıyla , akarsu ve gölleriyle yoğurulmuş bir vatandır. Türk insanı ne ‘mavi vatan’dan ne de ‘yeşil vatan’dan ayrı bir toprağı vatan görmek ister!.
Nitekim iki gün önce 99. yıldönümünü kutladığımız, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın zafere erdiği 30 Ağustos’u kadınımızla, erkeğimizle omuz omuza vererek, can vererek ter dökerek fakat özgür ve bağımsız yaşamak istenciyle var ettik. Ulusumuz bu bilinçle üzerinde yaşadığı toprağı, vatanımızı kutsal bildi!
Bu vatan toprağı üzerinde ulusal egemenlik hakkına dayalı, çağdaş, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu Mustafa Kemal Atatürk.
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk verdi, bu topraklarda soy sop ayrımı görmeksizin yaşayan Türk ulusunun tanımını: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”
O, “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” diyerek Türk insanının kimliğini gösterdi.
O, özgür ve bağımsız bir devlet kurmayı başardıktan sonra da “Barış, milletleri refah ve mutluluğa ulaştıran en iyi yoldur.” dedi. Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm dünya uluslarıyla bir arada, barış ve dayanışma duyguları içinde yaşayarak, gerek ülkemiz insanlarının gerekse diğer ulusların kalkınmasını başaracağına duyduğu güveni anlattı.
O, “Türk Cumhuriyeti’nin en esaslı ilkelerinden biri olan ‘yurtta barış, dünyada barış’ ilkesi, insanlığın ve uygarlığın refah ve ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir.” dedi. “Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş, etmekte bulunmuş olmak bizim için iftihar nedenidir. Türkiye’nin güvenliğini amaçlayan, hiç bir milletin aleyhine olmayan bir barış politikası bizim her zaman ilkemizdir. Bizim düşüncemize göre uluslar arası siyasi güven ortamının gelişimi için, ilk ve en önemli şart milletlerin hiç olmazsa barışı koruma fikrinde, samimi olarak birleşmesidir.” dedi.
Ki, Atatürk’ün açtığı yolda birleşen çağdaş uluslarca da 1 Eylül Dünya Barış Günü’nü, ülkemizin içine sürüklendiği acı gerçekler içinde dün yaşadık, günün önemini vurguladık.
Dün Anadolu’yu işgal eden ve savaş alanında yenilen düşmanı tarafından Nobel Barış Ödülü’ne lâyık görülen, emperyalist güçlerin esareti altında yaşayan ülkelere umut olan Mustafa Kemal “Milletin hayatı tehlikeye girmedikçe savaş bir cinayettir.” sözleriyle de savaşa karşı çıkmayı bilmiş ve bu amaçla kurduğu barış antlaşmalarının tarafı olmuştur.
O, “Vatan sevgisi ona hizmetle ölçülür.” diyerek, çiftçimizin, işçimizin, askerimizin, memurumuzun hiçbir fedakârlıktan kaçınmaksızın fikrini, yaratıcılığını, işgücünü, emeğini, alın terini vatanın kalkınması yolunda kullanmaktan geri kalmayacağını düşündü.
O, “Memleket dayanışma ve birliğe muhtaçtır. Alelade politikacılıkla milleti parçalamak cinayettir.” diyerek, dün olduğu gibi bugün ve her zaman Türk insanının tarih, kültür, kader birliğini parçalama istek ve anlayışlarından uzak durmasını istedi.
Bunun için de yeni Türkiye’nin ulusal birliğinin kurulması, ülke insanının eğitim ve kültür seferberliğiyle aydınlanmasının ve kalkınmasının yolunu açtı. İlk iş Türk alfabesini yenilemek olmalıydı. Türk diline ve Türk insanının hançeresine uygun olmayan Arap alfabesi yerine yeni Türk alfabesi kullanılmalıydı. Bizzat bu alfabenin yapımı ve tanıtımı için de Anadolu gezilerine çıktı. Bu gezileri içinde 2 Eylül 1928 tarihinde ilçemiz Gelibolu’yu onurlandırdı Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk.
Bugün, Büyük Önder’in Gelibolu’yu onurlandırışının 93. yıldönümünü kutluyoruz.
Mustafa Kemal Atatürk, ‘vatanı dış düşmandan ve istiladan’ kurtardıktan sonra, eğitim ve kültür yoluyla “milleti taassup ve fikir esaretinden’ kurtarmak için yola koyulmuştu. Zira zaferi kalıcı kılmanın yegâne yolu olarak gördüğü ‘taassup ve fikri esareti’ yani cehaleti tez elden yok etmek gerekiyordu. Bu amacın ilk adımı 1 Kasım1928 tarihinde Türk alfabesinin kabul edilmesiyle atıldı.
Türk ulusunun çağdaş uygarlık düzeyine elinde silah değil, kalem tutarak ulaşmasının yolunu açıyordu Harf Devrimi. Bu devrimin Başöğretmen’i Mustafa Kemal Atatürk’tü.
Bu eğitimin temel amacı da, vatanımızın her köşesinde yaşayan insanlarımızın, Türk olmak kimliğini duyumsamalarına, Cumhuriyet Türkiyesi’nin Türk vatandaşları oldukları bilgi ve erdemini kazanmalarına ve akılcı bir gözle yaşam gerçeklerini irdeleyip sorunlarını çözümlemelerine dönük oldu.
Salt alfabemizi yenilemekle değil kısa zamanda tüm ulusu okur yazar görmek için Millet Mektepleri’nin açılışına, iş içinde insanımızı eğitmek için Köy Enstitüleri’nin – Halk Evleri’nin kurulmasına, çiftçilerimize örnek çiftliklerin düzenlenmesine, yeni tarım ürünlerinin vatan toprağımızla tanıştırılmasına, kurulan her sanayi tesisi yanına kültür odağı yerleşim merkezleri var edilmesine öncülük eden de Mustafa Kemal Atatürk oldu.
Okuma yazma oranı %3 olan bir ülkeyi eğitim seferberliği ile kalkındıran; makinisti olmayan bir ülkede uçak sanayi kuran; kurduğu “her fabrikayı bir kale’ bilen ve bu fabrikaları bir eğitim yuvası gören; halkına kulluk yerine vatandaşlık bilinci aşılayan; henüz Batı ülkelerinde bile görülmezken kadınlarımıza seçme ve seçilme hakkı ile erkeğiyle eş değer haklar kazandıran insandır Mustafa Kemal Atatürk.
Yazar Kaya Boztepe’nin deyişleriyle “Henüz ülke kurulmadan, yeni açılan Meclis’te bile dağlardan, ormanlardan, tabiattan, ağaçların suyun öneminden bahseden, kesilen bir iğde ağacı için göz yaşı döken, ağaç kesmemek için bir evi ray sistemi ile temelinden hareket ettirerek uzağa taşıyan, çok sevdiği köpeği öldüğü gün gözyaşı döken” insandır Mustafa Kemal Atatürk.
21. yüzyılda ulusumuzun üzerinde yaşadığı vatan, Türkiye; Atatürk’ün korumaya önem verdiği toprağıyla, denizleriyle, ormanlarıyla, akarsularıyla, çeşitli canlılarıyla ve insanlarıyla bir bütündür; bizim memleketimizdir.
Ancak küresel ısınmanın ve iklim değişikliğinin gün günden ülkemizi de etkilediği son günlerimizde kuraklığın arttığı, buna karşın düzensiz yağışların özellikle Batı , Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesi’nde sellere, su baskınlarına neden olduğu bilinen bir gerçek. Önü alınamayan, çok sayıda can ve mal kayıpları getiren sellerin bir nedeni de, sık sık değişiklik yapılan imar planları, imar afları kadar vatanımız coğrafyasının ve doğal dengenin çeşitli maden ocaklarıyla ve plansız hidroelektrik santrallarıyla (HES) bozulmasına engel olamayışımız değil mi ?
Günümüzdeyse vatan toprağını kuşatan denizlerimizi, akarsu ve göllerimizi evsel atıklar başta olmak üzere çeşitli atıklarla kirleten bizlerin tutum ve davranış biçimine sanayi kuruluşlarının zehirli atıklarını bırakması da eklenince, deniz ve akarsu kirlenmesi gözlerden saklanamaz oldu. Denizlerimizi ‘deniz salyası’ olarak adlandırılan müsilaj örttü. Denizlerimizdeki bu kirlilik bir yandan deniz canlılarını tüketirken, diğer yandan insan sağlığını tehdit etme boyutuna geldi. Düşünelim, kendi ellerimizle mi kıydık bu sulara?
Giderek son günlerimizde memleketimiz ormanlarını ateş sardı; çıra gibi yandı ormanlar…Vatanımızın cennet köşeleri cehenneme döndü. Özgürlüğün, kardeşliğin yurdu Türkiye, çevre ve doğa katliamlarını yaşadı. Kâr ve para hırsı ile doğanın dengesini bozmaktan geri kalmayışımız yetmezmiş gibi, vatanımıza hayat kazandıran ormanlarımız da yanarak kül oldu. Yazar Mehmet Şakir Örs’ün deyişiyle “Yalnızca ormanlarımız yanmıyor, onlarla birlikte ekmeğimiz de aşımız da yanıyor.” demenin acılarına düştük böylece.
Ulusumuz çocukları bu orman yangınlarına duyarsız kalmadı. Vatanın sahipsiz olmadığını gösteriyordu da. Dağlarda yanan çoban ateşleri gibi memleketin her köşesinde Saros’tan Kazdağları’na, Akkuyu’dan İkizdere’ye dek geceli gündüzlü çevre nöbetleri tutuyordu. Bu kez de düşmana karşı vatanlarının kurtuluşu için mücadele veren dedeleri, babaları, nineleri, anneleri gibi Kuvayı Milliye ruhuyla vatanlarının yeşil örtüsünü saran yangınları söndürmek için cansiperane çalıştı. Ateş ortasında kalan orman işçisinin, kullandığı yangın söndürme aracını terk etmesi ve güvenli bölgeye geçmesi için yapılan uyarılaraysa, verdiği “ Bunda seksen milyonun hakkı var.” karşılığı zihinlerimize kazındı.
Ülkemiz yönetimleri, son yıllarımızda, çevrenin korunması konusunda bilime sırtlarını dönmeselerdi, bu hüzünlü günler yaşanır mıydı? Küresel iklim değişikliğine karşı alınacak önlemler yetkililerce önceden düşünülmüş ve alınmış olsaydı, ülkemiz insanları ve doğal kaynaklarımız bu denli zarar görür müydü? Ormanlarımızın korunması için olası yatırımlar yapılsaydı, yangınlara karşı yeterli teknik donanım sağlansaydı, ulusal varlığımız ormanlar belki bu kadar zarar görmeyebilirdi!
Bu doğrultuda “İstikbal göklerdedir.” diyen Mustafa Kemal Atatürk, 1925 yılında bir dernek statüsünde Türk Hava Kurumu’nu kurmuştu. Sivil havacılığın önemini göstermişti. Kurumun, memleketin ihtiyacı olduğu için el attığı ve son yıllara dek başarıyla gerçekleştirdiği orman yangınlarını söndürme hizmeti ne yazık ki bugün elinden alınır oldu. Cumhuriyet’in kurumlarıyla hesaplaşıldı. Kurum işlevsizleştirildi.
Ne var ki kimi çevrelerce ileri sürülen yangınların bir sabotaj olduğu, insan eliyle kasıtlı üretildiği ve ulusumuzun birlik ve bütünlüğüne yönelik olduğu savlarının gerçek olabileceğini de Cumhuriyet Türkiye’si mensubu insanlarımızdan ummuyor ve beklemediğimizi de açıklamak isteriz!
Atatürk bize öğretti, nefret dilinden uzak olmayı. Kendimizin etnik özelliğinde ve inancında olmayan insanların da bizimle birlikte, ‘bir orman gibi kardeşçesine’ yaşadığı, varlığını adadığı bu vatanda Türk ulusu kimliği altında yaşadığını.
Bu topraklar üstünde yaşayan , Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran ve bu devlete vatandaşlık bağı ile bağlı her Türk, vatanını kutsal görür ve korunmasına değer verir. Onun özünde gözünü kırpmaksızın vatanı için can veren Türk insanının ruhu yaşar! Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kuruluş ilkelerini, Türk vatandaşlığı hukukunu korumak için de bu ruha saygılı olmayı bilmek zorundayız! Bu duygu ve düşüncelerle ilçemiz Gelibolu’yu onurlandırışının 93. yıldönümünde Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’e ve bize bu vatanı armağan eden atalarımıza, şehit ve gazilerimize şükran ve minnet duygularımızı sunar, anıları önünde saygı ile eğiliriz.