(Dün yayımlanan yazımızın ikinci bölümüdür.)
Bu haberi yurt gezisinde bulunduğu Trakya’da alan Atatürk, çok üzülür. Gezisini yarım bırakarak Ankara’ya döner. Eksikliğin halkın aydınlatılmamasında olduğunu, Devrimlerin halka benimsetilemediğini görmekle, Türk Ocağı yöneticilerini bir toplantıya çağırır. Yöneticilere “Türk Ocağı’nın hizmetlerini takdir ettiğimi bilirsiniz. Türk olmanın kusur gibi görüldüğü bir dönemde, 1911 yılında Türk Ocağı ortaya çıkmış, milli duyguyu canlandırmıştır. Fakat artık Türkiye adını taşıyan milli bir devletimiz var. Ocağın işlevi kalmadı. Halk eğitimi konusunda ümit ettiğimiz verim alınamadı. Türk Ocağı, bütün insanlarımızı toplayıcı, kucaklayıcı olamadı. Irkçılıkla ümmetçilik arasında ciddi bir fark yok. İkisi de milli bir devlet için sakıncalı. Menemen olayı beni çok düşündürdü. İrtica konusunda ihmal felâkete yol açar. İrtica her fırsattan yararlanmak için hazır bekliyor. İrticaya, parçalanmaya yol açıcı hareketlere ve dış oyunlara karşı, bütün maddi ve manevi kuvvetlerimizi bir yerde toplamalıyız. Geniş, ciddi, bilinçli bir halk eğitim kurumu kurmalıyız.” der.
Gazi, Türk Ocağı yöneticileri önünde yaptığı açıklamayı sürdürür: “Halkı eğitmek başarılamazsa, uğrunda binlerce insanın şehit ve gazi olduğu Milli Mücadele boşa gidebilir, bütün idealler, milli egemenlik de, uygarlığa ulaşma rüyası da, aklın özgürlüğü de, kadın hakları da, laiklik de, milletleşme de kalkınma da çökebilir. Bağımsızlık anlayışı gevşer. Bilgisizlikle, kalkınma, uygarlaşma, demokrasi uzlaşabilir mi? Ortaçağ her alanda geri gelebilir. Emperyalistler yine Anadolu’nun birliği ve bütünlüğü üzerinde oynamaya yeltenebilirler.” sözleriyle tamamlar.
Değerlendirmeyi doğru bulan Türk Ocağı yöneticileri, Kurumun kendisini feshetmesi kararını alırlar.
Türk halkının aydınlanacağı, Atatürk Devrimi’nin ruhunu ve özünü Türk insanına yaşatacak Halk Evleri’nin kuruluşuna giden yol, bu tarihsel süreçte açılmış olur. Halk Evleri, Halk Odaları, Millet Mektepleri, Köy Enstitüleri, eğitim öğretim devriminin laik eğitim kurumları bir seferberlik içinde, Türk insanını çağdaşlığa, akılcılığa ve aydınlık bir dünyaya ulaştırma çabasının saygıdeğer kurumları olurlar. Cumhuriyet Türkiye’sini uygar dünyaya taşımak azim ve gayretiyle kazanılmış güzel başarıların yaratıcısı olurlar. Ne var ki, özlediğimiz çok partili demokratik yaşamın kurduğu oyunların, Türk eğitim öğretim siyasasından bu kurumları sileceği günlere dek!
Nitekim eğitimin toplum yaşamındaki önemini, Menemen olayı üzerine Gazi şu sözleriyle açıklar: “Olayın failleri arasında iki Hasan var. Biri 50 yaşında, biri 18 yaşında. Menemen olayı elbette çok önemli, çok üzücü. Ama beni olayın kendisinden daha çok üzen 50 yaşındaki Hasan ile 18 yaşındaki Hasan’ın aynı şeyi düşünmüş ve yapmış olmalarıdır. Genç bir insandan bunu beklemiyordum!”.
Dikkat etmemiz gerekir ki, 18 yaşındaki Hasan, Cumhuriyet’in ilk kuşağıdır. O, eğitimini Cumhuriyet ilkeleri üzerinde alacak ve alması gerekecek yaştadır. Menemen’e karışan Hasan yaştaki gençlerimizi bugün de eğitirken, ulusal eğitim öğretim siyasasında çağdaşlığı, akılcılığı, bilimselliği, özgür düşünceyi, laik yaşam biçimini öne çıkarmak görüşlerimizden uzaklaşmamış olalım.
Devlete ve Cumhuriyete karşı bu kalkışmanın önünde duran, tarihimiz boyunca yurtseverliğin ve ulusalcılığın bizler önünde simgesi olmuş Türk Silahlı Kuvvetleri’dir.
Menemen olayını bastıran Türk Ordusu’na Gazi’nin yayımladığı şu takdir dolu iletiyi anımsatmamızın yararı vardır:
“Kubilay şehit olurken gericilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla olayı uygun bulduklarını belirtmeleri bütün vatanseverler için utanılacak bir durumdur. Vatanı savunmak için yetiştirilen, her türlü siyaset ve anlayışın dışında ve üstünde, saygıdeğer bir durumda bulunan Türk subayının, gericiler karşısındaki yüksek görevinin, vatandaşlarımızca yalnızca saygı ile karşılandığına şüphe yoktur. Büyük ordumuzun kahraman genç subayı ve Cumhuriyet’in idealist öğretmen topluluğunun değerli üyesi Kubilay temiz kanı ile Cumhuriyet canlılığını tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır.”
Konumuzun bu noktasında yazarımız Turgut Özakman’ın 2013 yılında vefat ettiğini anımsatıyor, değerlendirmesinde 2016 yılındaki 15 Temmuz FETÖ Terör Örgütü kalkışmasına tanık olmadığını belirmek istiyoruz. Anımsatmak isteriz ki, silahlı kuvvetlerimizde bir kesimin bu dinci kalkışması, “büyük ordumuzun” ulusumuzla bir ve beraber olarak vatanı ve Cumhuriyeti savunmak için verdikleri mücadele ruhuyla aşılabildi.
Bu olay gösterdi ki sözü edilen cemaatle iltisaklı görülecek pek çok insan devlet kurumlarına yerleşmiş. Ayıklanabilenler çeşitli cezalara mahkum edildi; devlet memurluğu görevinden çıkarıldılar.
1925 yılında kabul edilen 677 Sayılı ‘tekke , zaviye ve türbelerin kapatılmasına’ ilişkin yasa ile yasaklanan tarikat ve cemaatler, özellikle son yıllarımızda siyasal düzenden de yararlanarak yeniden güç kazanarak vakıf ve dernekler aracılığıyla faaliyetlerini sürdürüyorlar. Ne var ki kimi devlet kurumları kökeninde din duygusunu yozlaştırma anlayışı yatan bu tür kurumlarla ilintisini sürdürmekten geri kalmıyor. Türkiye’nin günlerce konuştuğu 17 yaşındaki bir tıp fakültesi öğrencinin, bir cemaat evinde intihar etmesi; tarikata bağlı bir öğrenci yurdunda 18 yaşındaki gencin tarikat mensubunca satırla başı kesilerek öldürülmesi; altı yaşındaki bir kız çocuğunun tarikata bağlı bir vakfın kurucusu ve babası tarafından, imam nikâhıyla 29 yaşındaki tarikat müridiyle evlendirilmesi, bu çocuğun yıllarca cinsel istismar görmesi hep inanç ve din anlayışını kötüye kullananların etkilemesi altında yaşandı. Ki acısını unutmamıştık henüz, Adana ilimizin Aladağ ilçesinde bir tarikat yurdunda çıkan yangında, kız çocuklarımızın yanarak can vermişliklerini. Bunların hepsi bir tarikata veya cemaate bağlı kurumlarda görüldü.. Hiçbiri de münferit olay sayılamazdı; bu örnekler kirli amaçlar yolunda din duygusunun kullanımını, tarikat ve cemaatlerin toplum yaşamında yer ettiğini göstermekteydi.
Anlaşılmaktadır ki tarihimizde kutsal din duygularının siyasete ve ülke yönetimine egemen kılınmak istendiği evreler yaşanmaktadır. Osmanlı Devleti’nin Tanzimat günlerinden beri giderek 31 Mart Vakası günlerinde (13 Nisan 1909) ve Cumhuriyet tarihimizde çok partili demokratik yaşama geçilen günlerimizde din duygularını siyasete alet etmek isteyenler oldu. Hatta son yıllarımızda Milli Eğitim Bakanlığı’nın, kurduğu protokollerle eğitim öğretim hizmetlerini bazı dinci vakıf ve derneklere bıraktığı görülüyor da. Bu durum okul öncesi çocukların eğitim sürecine dek indirgendi de.
Bilmeliyiz ki bu çevreler önünde Cumhuriyet’in temel öğretisi ‘Laiklik’ ilkesini ve insanın aklı ve bilimi yaşamına öncü kılması anlayışını topluma egemen kılmak zorundayız; ilk adımsa eğitim öğretim kurumlarında çocuklarımıza vereceğimiz eğitimle başlayacaktır. Bunun içindir genç kuşaklarımızın eğitim siyasasında korunacak ilke görmeliyiz akılcılığı, bilimselliği ve laikliği!
Aksi halde karşılaşacağımız toplumsal sıkıntıyı Prof. Dr Esergül Balcı şu sözleriyle anlatıyor: “Eğitim politikaları, bireysel ve toplumsal yaşantıları doğrudan etkiler. Bu politikalardaki değişikliklerin etkisi uzun yıllar sürer. Hal böyle olunca ,ülkemizde siyasal iktidar eliyle itaatkâr, sorgulamayan, düşünmeyen, yaratıcı olmayan, estetik ve sanattan uzak, her şeyi kabul eden, şükreden, geleceği bu dünya yerine ahrette arayan kuşaklar yetiştirmenin hedeflendiği açıktır.” ( Eğitimde Dincileşme, Cumhuriyet gazetesi, 6 Aralık 2022).
Bu düşünceler içinde, bize laik Cumhuriyet’i armağan eden Atatürk’ün, onun izinde yürüyen Mustafa Fehmi Kubilay’ın ve Devrim şehitlerimizin anıları önünde saygı ile eğilir, ışıklar içinde uyumalarını dileriz.
Kaynak: Turgut Özakman, Cumhuriyet 2. Cilt, Bilgi Yayınevi, (sayfa: 370-416 arası)